17 Eylül 2013 Salı

Bekir Sıtkı Erdoğan / Kara Gözlüm Efkarlanma Gül Gayri

Kara gözlüm, efkarlanma gül gayri!
İbibikler, öter ötmez ordayım.
Mektubunda diyorsun ki: 'Gel Gayri!
Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.

Ah çekerim resmine her bakışta!
Bir mahzunluk var o boyun büküşte.
Emin ol ki, her sigara yakışta,
Sanki, duman tüter tütmez ordayım...

Mor dağlara, karargahlar kurulur;
Eteğinde bölük bölük durulur...
On dakika istirahat verilir;
Tüfekleri çatar çatmaz ordayım! ..

Dağlar taşlar bu hasretlik derdinde;
Sabır, sebat etmez gönül yurdunda!
Akşam olur, tepelerin ardında,
Daha güneş batar batmaz ordayım...

Aramıza dağlar girmiş koskoca!
Meraklanma, gönlüm dağlardan yüce...
Bir gün değil, beş gün değil, her gece,
Yatağıma yatar yatmaz ordayım...

Bahar geldi; koyun, kuzu koklaştı,
İki aşık, senelerdir bekleşti...
Kara gözlüm, düğün dernek yaklaştı;
Vatan borcu biter bitmez ordayım!

16 Eylül 2013 Pazartesi

Around the World in Eighty Days (1956) Filmi Altyazıları

Filme ait altyazıları:

* български,
* český,
* Dutch,
* English,
* Français,
* Deutsch,
* العربية,
* Português,
* Român,
* српски,
* Türkçe

buradan bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Ahmet Midhat Efendi / Duvardan Bir Sada

(Dağarcık Dergisi’nin İkinci Sayısında - 1288 -Yayınlanmış ‘Viladet’ - Dirilim- Yazısına Ek)
Dağarcığın ikinci sayısında yer almış olan Viladat yazısını kaleme alıp da bitiminde, “Bakalım bundan sonra ne olacağız!” bölümünü yazdığım zaman elimden kalemi bırakmış ve bundan sonra ne olacağım hakkındaki duygu ve düşüncelerimi bir takım isyankâr fikirlerle meşgul olmaktan alıkoyarak ve olanca düşünce gücümü bir nokta üzerinde toplayarak derin derin düşünmeye başlamıştım.
Düşündükçe isyankâr fikirlerden sıyrıldım. Sıyrıldıkça daha fazla düşünmeye başladım. Nihayet uyuşmuşum veyahut kendimden geçer gibi bir hâle gelmişim. Derken kulaklarım garip bir ses duymaya başladı.
Sese kulak kabarttım ve bu halde benim için dikkatimi bir noktada toplayabilmek ne kadar mümkün ise topladım. Ancak bu sesin, duvarın içinden başkaca bir yerden geldiğine dair hiçbir fikir edinemedim.
Evet! Ses duvardan geliyormuş ya! Çünkü benim bu hayretim üzerine sesin sahibi bana kendini açıktan açığa bildirdi. Dedi ki:
“Korkma! Hayret etme! Ben yanındaki duvar içinde bir tuğlayım. Yazdığın o yazının sonunda “Bakalım bundan sonra ne olacağım!” dedin ve bu sözler üzerine düşünmeye başladın da sana bu konuda bildiklerimi anlatmayı kurdum.
Varoluş hususunda verdiğin bilgiler pek doğrudur. Ben de tıpkı senin gibi doğmuş idim. Yani vücudum yerkürenin çekirdeğinde yanmakta ve kaynamakta bulunan madenlerin içinde nice bin sene kaynadıktan ve sonra buhara dönüştükten ve yoğunlaştıktan ve soğuyup donduktan sonra yeryüzü tabakalarının her birisinde ve nice bin maddeler içinde paramparça ve perişan kalmış ve nihayet anamın rahmine düşen bir miktar dölün içinde bir araya gelmiş idi. Kısacası, tıpkı senin gibi ben de bu dünyada boy göstererek tamam kırk beş sene yaşadım. Sanatım hükümet memuriyeti idi.
Nihayet tedavisi mümkün olmayan bir ciğer hastalığına yakalanarak hastalandım ve hastalığın birçok ıstırabını çektikten sonra bir gün güç ve kuvvetime de bir durgunluk gelmeye başladığını hissettim.
Çoluğumun çocuğumun yanı başımda söyledikleri sözleri gayet uzaktan gelen bir ses gibi işitir ve anlamlarını pek güçlükle kavrayabilir idim. Görüntüler dahi bakışlarımdan uzaklaştıkça uzaklaştı. Yanı başımda duran şeyler gözlerime birkaç bin arşın uzaklıktan görünürmüş gibi görünür idi. Garibi neresi? Gözlerimin kuvveti, kalbimin hissi ve beynimin işlevleri de azalmış olduğu için midir nedir, gördüğüm şeylerden evvelki gibi lezzet alamaz idim. Tüm hislerim güya bu âlemden bıkmış ve usanmış idi. Konuşma kabiliyetimi kullanmamı ve cümle kurmamı sağlayan damarlara kuvvet veren kan da bir aralık uyuşmağa yüz tuttuğundan dilim tek laf etmeye bile kudret bulamaz oldu.
Sözün kısası, eşya bakışlarımdan ıraklaşa ıraklaşa ve sesler uzaklaşa uzaklaşa nihayet şuurum da örselendi. Hele bir an oldu ki kendimi zifiri karanlık bir gecenin zulmetinden daha amansız bir âlemde tek ve bir başına buldum. “Nerdeyim?!”diye yoklandım. Nerede olduğumu anlayamadım. Ancak evvelki hayat âlemini kaybetmiş olduğumu, o eski alemden hiçbir nam ve nişan görememekle anladım.
Sen dünya dedikleri âleme gelinceye kadar dolaştığın âlemleri, kendin o âlemde iken idrak edemeyip şimdi dünyada iken ardına bir bakış atmakla idrak ettiğin gibi ben dahi dünyadan çıkıp da bu duvara girinceye kadar gördüğüm şeyleri burada idrak etmekteyim.
İmdi, burada ve şimdi ölçüp tarttıkça bulmaktayım ki; şu şekilde zulmet âlemine girdiğim zaman dünyadakiler bana “Vefat etti.” demişler yani canımın çıkmış olduğuna hükmetmişlerdi.
Hâlbuki benim canım çıkmamış idi; bedenim sadece, vücudumun içinde düzenlenmiş olan hayat makinesinin harekâtına sekte geldiği için hayatımın devam etmekte olduğuna dair bir belirti gösterememekte idi. Yoksa ben canımın hâlâ vücudum içinde olduğunu bilir idim. Şimdi burada keşfetmekteyim ki dünyada hayat, yalnız ruh sahibi olanlara mahsus değil imiş. Bitkilere dahi mahsus değil. Her cisimde hayat var imiş. Taşta da var toprakta da. Ben hayata ‘varlık’ manası veriyorum. Bu hale göre ölüme de ‘yokluk’ manasını vermekteyim. Hâlbuki aradım aradım, âlemde tümüyle yok olabilecek bir tek şey bulamadım. Bir damla sıvı, bir zerre cisim kırıntısı bile yok olamıyor.
Bundan sonra şuna dikkat ettim ki bir vücut hiçbir zaman başlı başına var olamıyor. Hatta sen şu halde insansın a? Fakat vücudun yalnız kendinden ibaret değil. Sen o koca vücut içinde bir nokta derecesindesin ki o nokta, her anda, vücudunun her tarafında bulunuyor ve bu nedenledir ki bütün vücudunun sahibiymiş sayılıyor. Yoksa etin başka bir vücut, kemiklerin başka bir vücut… Kanın başka bir vücut. Hatta her biri başka bir vücut olan bu vücutların dahi her biri başka başka vücutlardan meydana gelmiş. Vakıa ihtimal ki sen şimdi kanın içinde demir denilen diğer bir vücut olmasına hiçbir münasebet veremezsin. Fakat tahlil et de bak.
Nihayetinde, sen çekirdek magmadan ayrılıp da ta dünya yüzüne ve böyle adam şeklinde ortaya çıkıncaya kadar vücudunu bin vücut içinde bulmuş olduğunu itiraf ediyorsun ya! Yukarıda verdiğim bilgilerden de anlamış olacağın gibi, senin vücudunun böyle bin vücut içine girmesi abes değildir; sen sadece, o vücutları bütünlemek ve tamamlamak için oradaydın. Nasıl ki şimdi şu halde yani insan şeklindesin; vücudunun içinde daha nice yüz bin vücut var ki senin vücudunu bütünlemek ve tamamlamak için oradadırlar. Mesela şimdi senin vücudunun içinde bir kaplan vardır desem inkâr eder misin? Edemezsin ya! Çünkü vücudunu bir kaplan yiyecek olsa da, vücudunun etinden onun iliklerinde bir meni hâsıl ve o da dişi kaplanın rahmine vasıl olsa, ortaya bir kaplan çıkarabilir. Sen o kadar ahmak mısın ki böyle ispatına bile gerek olmayan apaçık bir gerçeği kabul edemeyesin.
Bununla birlikte, istersen sen kabul etme. Fakat ben kabul etmeye mecburum. Çünkü durumu kendi gözlerimle gördüm ve âlemi öğrendim. Sergüzeştimi dikkatle dinler isen sen de anlarsın.
Yukarıda tarif ettiğim zulmet âlemine girdiğim zaman vücudum işlenmeye başladı. Güya kudretli bir el gelmiş de vücudumu bir hamur teknesine koyarak hamur yoğurur gibi yoğurmakta imiş. Yoğruldum yoğruldum. Bir de iş bittikten sonra bakayım ki yarım kıyye kadar toprak kesilmişim.
Şimdi sen de bilirsin ki toprak benim vücudumdan oluşmuştur. Fakat ben, yalnız benim vücudumdan oluşmuştur demiyorum. Ben diyorum ki, bu toprak içinde benim vücudum ile beraber nice yüz bin vücutlar dahi bunu bütünleyip tamamlamıştır. Ancak bunlar, sadece ben insan olduğum zamanlar insanlık vücudunu oluşturmakla görevli olduklarından, ben insanlıktan çıkınca artık onların o görevleri de son bulmuştu ve diğer vücutları oluşturmak için hazırda beklemekteydi.
Fakat ben sana ne demiş idim? “Âlemde basit yani tek başına hiçbir vücut yoktur. Her vücut bileşiktir; yani nice vücutların bir araya gelmesiyle oluşumunu tamamlanmıştır.” demiş idim.
Böylelikle, benim vücudumdan ayrılıp diğer vücutları oluşturacak olan yapıtaşlarına yardımcı olmak üzere, yukarıda bahsetmiş olduğum yarım kıyye kadar toprağa daha başka bir takım vücutlar karışmağa başladı. Bu vücutlar ya magma ile yerin dibinden çıkar gelir veyahut güneşin ısısı ve yağmurun etkisiyle gökten yağar idi. Özetle, her taraftan nice bin vücutlar vücuduma girerek, benden ayrılıp çıkanları tekmil ve teşkile himmet ederler idi.
Ya Midhat! Ey gafil!! Benden ne vücutlar çıktı bilir misin? Ne çiçekler! Ne meyveler! Ne otlar! Hem de bunların her biri vücudumdan ayrılır ve ayrılık vedası ederken “Biz gidip daha birçok vücudun oluşumunu sağlayacağız! Dolayısıyla başarılı olmamız için hayır duası etmelisiniz.” derler de öyle giderler idi.
Sana tuhaf bir şey söyleyim mi? O kadar tuhaf ki adeta gülersin. Ben tuğla olup da şu duvara konulacağım zaman, beni biçimlendirmiş olan dülgerin bile benden ayrılarak çıkıp şalgam halini alan bir parçacıktan meydana gelmiş bir çocuk olduğunu zannedebilirim. Zira arkadaşlarına söylediğine göre babası şalgamı pek sever imiş. Mevsimi gelince şalgamdan başka hiçbir şey yemezmiş. Ve tamam benim gömülü olduğum yerde de babasının bir şalgam tarlası var imiş.
Kısacası, o zulmet âleminde ben çok seneler kaldıktan ve vücudumdan, garaz duymasızın daha nice bin vücutlar meydana getirdikten sonra bir gün, çevremdeki birçok yerle beraber beni de kazdılar ve içimize ‘su’ denilir bir vücut daha ilave ettiler. Yoğurdular moğurdular. Sonra ateşe koyup yakarak vücudumuz içinde bulunan bazı yabancı vücutları bu şekilde arındırdıktan sonra beni tuğla haline koyup bu duvara yerleştirdiler.
Ben bu esrarı şimdiye kadar kimseye açmadım. Çünkü şu odaya girenlerden hiçbir kişi görmedim ki bir kere başını önüne eğsin de ‘nereden gelmiş nereye gidiyor?’, ‘kendi özü nedir?’, ‘dünyada bulunan diğer cisimler ile alaka ve irtibatı neden ibarettir?’; işin buralarını düşünsün. Yalnız seni bilimin sıra dışılıklarına ve tuhaflıklarına meraklı bir adam görüp, özellikle de şimdiye kadar görmüş geçirmiş olduğun âlemleri düşünür bulduğum için sırrımı sana açtım. Bir vücudun bin vücuttan oluşmuş olduğunu ve bir vücudun bin vücudu tamamlayıp tümlediğini kim düşünür ki, ben de başımdan geçen maceraları hikâye edeyim? Hele en büyük kimyagerlerimiz bile bazı vücutları basit yani tekil olarak kabul ediyorlar. Hâlbuki kendileri cahil olduklarından, o vücut içinde daha kaç vücut olduğunu keşfedememiş bulundukları için bu hükmü veriyorlar. Nasıl ki bazı astronomlar dahi “Güneşin yörüngesi yoktur. Yalnız kendi ekseni üzerinde hareket ediyor.’ diye hükmetmektedirler.
İmdi, bundan sonra ne olacağım diye nafile düşünme. Sen de ancak benim gibi olacaksın. Ve benim gibi olacağına bu gün inanmaz isen benim gibi öldüğün zaman bunu mutlaka anlayacaksın.

Duvardan işittiğim şu ses üzerine bir kere tüylerim ürperdi. İster istemez vücuduma bir titreme geldi. Ölüm denen şey canlanmış da benimle sohbet ediyor zannettim.
Bununla beraber, böyle heyuladan korkacak kadar da çocuk değilim. Derhal aklımı başıma topladım. Olanca şuurumla hemen düşünmeye başladım.
İlk düşüncelerim bana ol kadar hüzün verdi ki adeta ağlayacağım geldi. Nasıl gelmesin? Baktım ki şu kısacık süre içinde fikrimin gidiş ve gelişimi adeta beni reenkarnasyon iddiasına davet ediyor.
Ne demek? Reenkarnasyon mu? Ben İslamiyet’i savunmakla mütelezziz oluyorum. Yüce Kuran’ın telkin ettiği akideleri, insanın telkin ettiği her akidenin bin kat üstünde buluyorum. Felsefeyi, Kuran’ın hikmetlerinde gördüğüm o yüce akla nispetle sefillerin en sefili, seviyesizlerin en seviyesizi olarak görüyorum.
Fikrimi ayıplamayınız. Fikir kelepçeye, hapse gelir bir şey değildir. Sınırsız özgürdür. Fikrim, Kuran’ın yüce hikmetlerine tatbik edemediği fenleri yalandır! diye kesip atmaya hazır. Hatta Kâinat önsözünü dahi bu hisle yazdım. Ancak şimdiye kadar hangi ilmi tatbik ettim ise Kuran’ı ona aykırı ve muhalif bulmadım.
İmdi ben bu dava ile ve hele hele ‘akıllı ve medeni olanları Kuran’ın hikmetlerine davet etmeli’ gibi İslami bir görevin zorunlu kıldığı bir hülya ile beraber, kendimi reenkarnasyon yoluna mı kaptıracağım?
Fikrimle şu mücadele arasında iken o kadar hiddet ettim ki gözlerimden yaş geldi. Kanıma yayılmış olan hararetten midir nedir, yüzümden dumanlar çıkmakta olduğunu görür idim.
Efendim insan bir kere hiddet ettiği zaman düşünüp taşınmaya da vakti kalmıyor. Düşünüp taşınma işi sakinlik istiyor.
Nasılsa bir aralık bu lüzumu hissedebildim. Yavaş yavaş sakinleşerek soğuk kanla düşünmeğe başladım.
Heyhat! Ben nerede imişim hakikat nerede! Meğer fikrim, çıkarsamalarıyla beni hakikatten başka bir tarafa çekmemekte imiş… Meğer benim Kuran-ı azimü’l-şan hakkındaki incelemelerim dahi pek eksik imiş. Meğer tüm hikmetlerin mantığını ve yasaların en doğrusunu içeren kitap, seviyeleri farklı farklı olan her fikrin kavrayabileceği anlamları, her aklın kabul edebileceği doktrinleri tek bir söz ile vermekte imiş. Bakınız meseleyi karşılaştırmalı olarak analiz edeyim, siz de anlarsınız.
Evvela Dağarcığımızın ikinci sayısında yer alan Viladat bölümünü ele alalım.
Biz o bölümde ne demiş idik? “Ben anamın rahmine düşmezden daha nice bin sene evvel yaratılmış idim.” demiş idik.
Yalan söylememişiz. Bize “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” suali sorulup da bizim de, “Beli; sen bizim rabbimizsin.” cevabını vererek onu doğruladığımız zaman, biz doğmazdan evvel kaç sene geçmiş olduğunu belirleyebilecek hesap adamı kimdir? Demek oluyor ki fen bu konuda Kuran’ın hikmetlerinden hariç bir şey söylemiyor.
Bir de “Ben ta yerkürenin çekirdeğinden yeryüzüne çıkıncaya kadar nice bin değişimlere uğradım.” demiş idik. Kuran dahi yaratılışımızın topraktan olduğunu haber veriyor. Zaten dünyada yaratılışı topraktan, yani zeminden, yani şu yerkürenin kimyasından, göze en evvel görülen ufacık bir yerküre cisminden olmayan hangi varlık vardır?
Söz konusu Viladat bölümünün sonunda, bu meselenin temel ruhunun ve işbu Duvardan Bir Sadâ yazısının yazılmasına sebep olsun diye “Bakalım bundan sonra ne olacağız!...” demiş idik. Felsefi doktrinlerin, Kuran’ın bu hikmetine nasıl itirazı olabilir ki; bize, “Biz sizi hiçbir işe yaramayasınız diye yaratmadık.” diye bin yerinde, şimdiki hayatımızdan sonra daha neler olacağımıza dair vaatler veriyor.
Gelelim duvardan işittiğim ses konusuna.
Ses, bana Kuran-ı kerimin her şey aslına döner hikmetinden başka hiçbir şey söylemedi. Viladat yazısında gösterildiği üzere vücudum nice bin kimyevi maddeden özleştirildikten sonra sesin dediği şekilde yine nice bin vücutlara geçecek imiş.
Ses, hayat denilen şeyin ebedi ve cavidani olduğunu ve bu gün canlı görülen şeyler ölüm haline girdikten sonra, ondan daha nice canlar çıktığını haber verdi. İmdi; hayatın ebedi ve cavidani olduğu Kuran-ı kerimin hemen her sahifesindeki delillerle sabit olup, ‘Cansızdan canlı çıkarılır canlıdan cansız’ yüce hikmeti dahi, sesin düşünceleri üzerine bir burhan olamaz mı?
Yoktur! Yoktur! Gerçeği arayış çabalarımda daima kendime delil saydığım o mukaddes kitaba felsefenin ekleyebileceği bir tek harf yoktur. Nasıl olabilir ki; felsefenin felsefesi, henüz Kuran’ın tek bir hikmeti derecesine bile varamamış olduğu gibi varması da ihtimalin haricindedir diyebilirim.
Gerek Viladat ve gerek Duvardan Bir Sadâ bölümlerinde felsefi düşüncenin ilişebileceği bir taraf kalmış olup, o da ‘ahret’ meselesidir. Ancak Kuran-ı kerim herkese anlayabileceği rütbede söz söylediğini haber verip, bu sözle ariflerin dahi istedikleri anlamları söylemekte olduğundan eğer bir Müslüman feylesofu ahretin ne demek olduğunu olanca açıklığıyla ortaya koyacak olursa natüralist felsefecilerin o hakikati görüp de hayrette kalacaklarını iddia edebilirim (Şimdilik bu iki bölümde, bu konuda hiçbir fikir yer almamaktadır).
İşte şu düşünceler üzerine baktım ki fikrimin beni sevk etiği yön reenkarnasyon değildir. Çünkü reenkarnasyoncular genel olarak yalnız ruhtan bahsedip, şimdi en küçük haşaratta gördüğümüz ruhların hep insan ruhu olduğunu öne sürerler. Hatta Fisagor, dünyaya geldiği zamandan evvel bir zamanda yine gelmiş olduğunu iddia etmiştir.
Ancak duvardan işittiğim ses bu fikrin aksini savunuyor. Sesin bahsettiği şey ruha dair değil. Yalnız maddiyattan ibaret…
Bir de, sesin verdiği hükme göre insanın tekrar insan şekline girebilmesi imkânsız derecesinde zor ve belki de imkânsızdır. Zira insanın bedenini oluşturan bunca madde bir daha nasıl biraya gelerek bir insan vücudu daha oluşturabilirler? Oluşturabilmeleri velev ki farz olunsun. O ikinci vücuttaki beyin, evvelki beyin olmadığına ve organların da evvelki vücudun organları olmamasından dolayı insan evvelki hayatının (var ise) anılarını mümkün değil aklına getiremez.
Ses, düşüncelerinin temelini yerküre üzerinde bulunan gazın ve sıvının ve hammaddelerin bir zerresinin bile kaybolmadığı hakkındaki bilimsel kanunlar üzerine bina ediyor.
Öyle ise demek oluyor ki, ben dünyaya nasıl gelmiş isem yine öyle gideceğim. Yani vücudum nasıl ki nice bin cisimden toplana toplana oluşmuş ise yine öyle nice bin cisme bölüne bölüne darmadağın olacak ve işte sırf bu nedenle de, bakalım bundan sonra ne olacağız? Diye düşünmemeliyim. Kendimi kâinatın devinim ve değişim sürecinin içine salıvererek, yan gelüb safama bakmalıyım.
(Son)
Ahmet Midhat Efendi - (H. 1288 - M. 1871) - Dağarcık Dergisi (3. ve 4. sayılar)
(Çevriyazı ve Güncelleme: S. Emrah ARLIHAN)


11 Ağustos 2013 Pazar

Sons of the Desert (1933) Filmi Türkçe Altyazısı

Filmin Türkçe alt-yazısını buradan indirebilirsiniz.

The Bridges at Toko-Ri (1954) Filmi Altyazıları

Filme ait altyazıları:
* български,
* Hrvatski,
* český,
* Dansk,
* Dutch,
* English,
* Suomi,
* Français,
* Deutsch,
* ελληνικά,
* العربية,
* Magyar,
* Icelandic,
* Italiano,
* Norsk,
* Polish,
* Português,
* Român,
* Cрпски,
* Slovenski jezik,
* Español,
* Svenska,
* Türkçe
buradan bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

14 Mayıs 2013 Salı

Mr. Smith Goes To Washington (1939) Filmi Altyazıları


Filme ait altyazıları:
* العربية,
* български,
* český,
* Dansk,
* Dutch,
* English,
* Suomi,
* Français,
* Deutsch,
* ελληνικά,
* עברית,
* हिंदी,
* Magyar,
* Icelandic,
* Italiano,
* Norsk,
* Polish,
* Português,
* Român,
* Cрпски,
* Español,
* Svenska,
* Türkçe

buradan indirebilirsiniz.

14 Nisan 2013 Pazar

Cep Telefonlarındaki Maksimum JAR Dosya Boyutunu Arttırma



Samsung marka cep telefonlarının bazı modellerinde Java ME uygulamalarının telefon hafızasında kullanabileceği alan 400 KB ile sınırlandırılmış olduğundan, Java ME uygulamalarının bu telefonlarda çalıştırılabilmesi için aşağıdaki adımların uygulanması gerekmektedir:

Telefonun ana ekranındayken *#52828378# kodunu girin,
  1. Açılan menüde "OTA Test" yazılı olan öğeye basın,
  2. Bu ekranda "Maximum JAR size" şeklinde belirtilen kutucuğa 2048 değerini girin
  3. Yapmış olduğunuz bu değişikliği kaydettikten sonra, telefonunuza göndermiş olduğunuz JAR uzantılı dosyanızı kurabilirsiniz.

13 Mart 2013 Çarşamba

The Devil Is a Woman (1935) Filmi Altyazıları





















Filme ait altyazıları:
* český,
* Dansk,
* Deutsch,
* English,
* Français,
* Magyar,
* Nederlands,
* Norsk,
* Polski,
* Suomi,
* Svenska,
* Türkçe
buradan indirebilirsiniz.

1 Mart 2013 Cuma

22 Şubat 2013 Cuma

Legend of the Lost (1957) Filmi Türkçe Altyazısı


Babasının bıraktığı günlükleri okuyarak, yaşadığı maceraları dinleyerek büyüyen Paul Bonnard (Rossano Brazzi); hem Sahra Çölü'nde kaybolan babasının kemiklerini bulmak için, hem de günlüklerinde yazılan gizemli definelerle dolu kayıp şehir Ophir'i bulmak için yola koyulur. Bunun için Afrika'ya, yani Timbaktu'ya gider.
Amacı Sahra Çölü'nden, kimsenin geçmeyi aklının ucundan bile geçirmediği bir yerden gitmektir. Bunun için de Sahra Çölü'nü avucunun içi gibi bilen bir rehber olan Joe January (John Wayne) ile yolları kesişir. Tabi bir de işe sonradan katılan biri daha olacaktır. O da Timbaktu'da başta hırsızlık olmak üzere, bilimum işler yapan Dita'dır (Sophia Loren)...

Filme ait altyazıyı buradan indirebilirsiniz.